Kısa bir süre önceye kadar bilim insanları Güneş Sistemi‘nde hayatı destekleyen koşulların sadece Dünya‘da olduğunu düşünüyordu. Ancak son zamanlarda keşfedilen yeni bilgiler ışığında bunun böyle olmayabileceği ihtimali ortaya çıktı. Uzak yıldızların çevresinde dönen, üzerinde uzaylıların yaşadığı gezegenlerin aksine belki de uzaydaki yaşam izleri (en basit formunda) kozmik komşularımızda olabilir.
On tane biyologla konuşup her birine hayatın tanımını sorsak on farklı yanıt alabiliriz. Yaşam tam olarak tanımlanması oldukça zor bir konu, ancak gördüğünüzde anlayabiliyorsunuz. En açık fikirli biyologlar bile hayat için iki şartın mutlaka olması gerektiğini söylüyor: Karbon ve sıvı, örneğin su. Karbonun önemi tüm elementler arasında karmaşık, kendi kendini çoğaltabilen moleküller üretmeye en uygunu olmasından geliyor. Bu moleküller yaşam için gerekli. Karbon, galaksimizde bol miktarda bulunuyor. Yıldızların içinde gerçekleşen nükleer füzyonun yan ürünü olarak ortaya çıkıyor ve yıldızlar öldüğünde galaksiye yayılıyor, gelecekte oluşacak olan yıldız ve gezegenlerin yapısının içine karışıyor.
Suya çok temel bir nedenden dolayı ihtiyaç duyuyoruz. Yaşam fonksiyonlarını yerine getiren karmaşık kimyasal maddelerin ortaya çıkabilmesi için önce basit kimyasal maddelerin birbiri ile karşılaşıp reaksiyona girmesi gerekiyor. Bu yüzden de serbestçe dolaşabilmeleri gerekli. Bu dolaşım da en uygun şekilde bir sıvının içinde meydana geliyor.
Suyun eşsiz kimyası doğada kendiliğinden oluşan tüm sıvılar arasında en iyi çözücü olmasını sağlıyor. Şansımız var ki, su da galaksinin dört bir yanına dağılmış şekilde bol bol bulunabiliyor. Peki bu iki temel bileşenin varlığı, Güneş Sistemi‘mizde başka bir yerlerde yaşam olma olasılığı hakkında bize ne söylüyor? Karbon, Güneş Sistemi‘ndeki uydularında bol bol bulunuyor ancak sıvı halde su için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Yüzeyinde bol miktarda sıvı olan tek gezegen Dünya. Bunun nedeni de Güneş Sistemi‘nde çok özel bir konumda bulunması: Ne çok sıcak, ne de çok soğuk. Bu yüzden yüzeydeki su buharlaşıp uzaya kaçmıyor veya donup kalmıyor.
Uzay çağının başlangıcına kadar astronomların çoğu komşularımız Venüs ve Mars‘ın yüzeyinde de sıvı halde su bulunabileceğini düşünüyordu. Ancak uzay sondaları bu ihtimali yok etti. Venüs‘ün zehirli bir fırın, Mars‘ın da donuk, ıssız bir çöl olduğu ortaya çıktı. Son zamanlarda edilen bilgiler ışığında hayatın var olabilmesi için bir gökcisminin ille de bu özel bölgede bulunması gerekmediği ortaya çıktı. Gökbilimciler Güneş Sistemi‘nin farklı bölgelerinde sıvı halde suyun olabileceğine dair kanıtlar buldu.
Dışı buz gibi olan uyduların içleri gezegenlerin gelgit dalgaları ile ısıtılıyor ve buralarda sıvı halde su bulunma olasılığı var. Bazı uydularda sıcaklık sıfırın altında da olsa suda bulunan tuz ve amonyak gibi kimyasallar nedeniyle su sıvı halde kalabiliyor. Bu arada, geçtiğimiz yıllarda biyologlar Dünya‘da alkali, asidik, karanlık ve soğuk ortamlarda bile hayatın var olduğunu tespit ettiler. Bu ekstremofil organizmaların keşfi Dünya‘dan başka yerlerde farklı koşullarda filizlenmiş yaşam formları olabileceği teorilerini en ekstrem koşullarda, destekler nitelikte.
Bakmaya Nereden Başlamalıyız?
İlk bakışta en iyi aday Mars görünüyor. İlk bulgular ümit vaat etmiyordu ancak yörüngesine gönderdiğimiz sondalar, yüzeyinde dolaştırdığımız araştırma araçlarının bulguları Kızıl Gezegen‘in çorak bir çölden daha fazlası olduğunu ortaya koydu. Yüzeydeki toprak buzla birleşip permafrost oluşturuyor, bazı bölgelerde buzul benzeri yapılara rastlanıyor. Mars‘ın eski çağlarından kalan yeryüzü şekilleri bir zamanlar, Mars‘ın atmosferi daha kalınken ve belki de yörüngesi farklıyken burada sıvı halde su bulunduğu savını destekler vaziyette. Mars‘ın milyarlarca yıl önce yaşamı destekleyecek koşullara sahip olduğundan hemen hemen eminiz, ancak bunlardan geriye bir şeyler kaldı mı? İşte en önemli soru bu…
Mars‘a sadece yaşam izlerini aramakla görevlendirilerek gönderilen son araçlar 1970’lerde gerçekleştirilen Viking görevleri idi. Bu robotlar yüzeyden topladıkları toprak örneklerini kimyasal reaksiyonlardan geçirerek yaşayan metabolizmalara özgü kalıntılar içerip içermediğini test ettiler. İngiliz yapısı Beagle 2 yüzey araştırma aracı, daha detaylı araştırma imkanlarına sahipti, ne yazık ki 2003’te iniş sırasında parçalandı.
Yaşamın varlığına dair en tartışmalı kanıt ALH84001 isimli bir meteordan geliyor. 4,5 milyar yıl önce Mars‘tan kopmuş olan bu parça yaklaşık 13.000 yıl önce Dünya‘ya düştü. 1996’da NASA bilim insanlarından kurulu bir ekip bu meteorun içinde kimyasal biyobelirteçler (biyolojik aktivite sonucu ortaya çıkan moleküller) ve mikroskobik fosil benzeri yapılar keşfetti. Bunları ortaya çıkaran Dünya‘daki ekstremofillere benzer (ama çok daha küçük boyutta) primitif “nano bakteriler”in faaliyetleri olabilir.
Bu sonuçlar hala bilim insanları arasında tartışmalara neden oluyor ve kesin bir yanıtın bulunması için daha fazla Mars kayası örneği getirmek ve analiz etmek gerekiyor.
Peki günümüzde Mars‘ta hayat olabilir mi? Yüzeyde sıvı halde suyun olduğu (veya yeraltındaki kanallarda aktığı) konusunda hala kesin ve net bir kanıt yok. Her ne kadar Mars‘ta sıvı halde su olmayışı, mikropların yaşayamayacağı anlamına gelmese de olasılığı sıfıra yakın bir seviyeye düşürüyor.
Biraz elle tutulur kanıt arayanlar, Mars‘ta metan gazının tespit edildiği gerçeğine tutunuyorlar. 2000’lerde tespit edilen metan konsantrasyonu milyarda birkaç parçacık olsa da sonuçta NASA‘nın Curiosity gibi yer araştırma araçlarıyla da doğrulandı. Bu gazın varlığı soru işaretlerine neden oluyor çünkü normalde Mars‘ın şartları (vahşi morötesi radyasyon metan moleküllerini hemen parçalıyor) bu gazın sabit kalabilmesine uygun değil. Demek bir şekilde sürekli üretiliyor.
Metan gazı Dünya‘da yaşayan canlılardan veya aktif volkanlar gibi jeolojik aktivitelerden geliyor. Mars‘ta volkanik aktivite tespit edilmedi ancak Mars‘ın kuzey yarımküresinde metan seviyesinin yaz aylarının sonunda tepe noktasına ulaşması, meseleyi oldukça gizemli hale getiriyor.
Acaba metan üreten mikroplar güneş ışığını bol bulunca aktif hale mi geçiyorlar? Avrupa Uzay Ajansı’nın ve Roscosmos’un ortak üretimi ExoMars Trace Gas Orbiter aracı, Mars yörüngesinde dönüp veri toplamaya başlayınca bu gizemin üzerindeki sis perdesi biraz aralanacak gibi.
Güneş Sistemi‘nin diplerine doğru yaşamı destekleme ihtimali olan bazı yerler var. Asteroit kuşağının ortasının ardındaki katı gökcisimleri (örneğin cüce gezegenler, uydular, asteroidler ve kuyruklu yıldızlar) kaya ve buz içeriyor artık dev gezegenlerin yörüngesinde dönen uyduların veya su içerisinde bulunan bazı kimyasal maddelerin sert yerkabuğunun altında dev okyanuslar oluşturabileceğini biliyoruz.
Europa‘da 255 kilometre kalınlığında bir buz kabuk, 160 kilometre derinliğinde dev bir okyanusun üzerinde yüzüyor. Enceladus‘un okyanusu daha sığ, ancak yüzeye daha yakın. Kabuk sadece beş kilometre kalınlığında. Enceladus‘da denizin dibindeki hidrotermal bacalar uydunun derinliklerinden gaz ve mineral püskürtüyor. Bu bacaların çevresindeki, ortam hayatın doğup gelişebilmesi için bir vaha gibi.
Bu gizli okyanusları henüz direkt olarak inceleme imkanımız bulunmuyor ancak iki uydudan da uzaya yayılan buharın içeriğini tespit edecek teknolojimiz var. Enceladus‘un buharları okyanusunun olduğuna işaret ediyor. İçindeki hidrojen molekülleri aktif yeraltı bacalarının olduğunu gösteriyor.
Europa‘nın buhar bulutları daha ince ve ve daha parçalı. Direkt olarak okyanustan kaçmış olmayabilirler, Güneş ve Jüpiter‘den gelen radyasyon sonucu uydunun buzla kaplı yüzeyinden koparılmış olabilirler. Ancak Europa‘nın yüzeyindeki buzun katılaşmış okyanus suyundan oluşmuş olması da ipuçları sunuyor. NASA‘nın 2020’nin ortasında başlatmayı planladığı Europa Clipper görevi bu konuda daha detaylı bilgi toplamayı hedefliyor.
Europa ve Enceladus‘un Güneş Sistemi‘nde yaşam olma olasılığı en yüksek gökcisimleri olduğu kuşkusuz. Burada sadece tek hücreli mikroplar değil ortama uyum sağlamış daha karmaşık organizmalar da yaşıyor olabilir. Bu organizmalar balıklara veya diğer suda yaşayan kafadanbacaklılara benziyor olabilirler. Bu iki buz dünyasının dışında Güneş Sistemi‘ndeki birçok başka gökcisminin de yerkabuğunun altında gizli okyanuslara sahip olduğu düşünülüyor.
Jüpiter‘in dev uyduları Ganymede ve Callisto’nun suyu, yüzeyin birkaç yüz kilometre derinliğinde yer alıyor. NASA‘nın Dawn asteroit sondası, dev asteroid Ceres içinde gizli bir okyanus olabileceğini söyledi. Sıvı su uzaklardaki cüce gezegen Plüton‘da bile var olabilir. Bu dünyalardan herhangi birinde hidrotermal bacalar, bu bacaların çevresinde de bu dünyalara özgü yaşam formları olabilir. Ancak onları bulup incelememiz için daha epey zaman geçmesi gerekli…
Peki, yaşamın oluşabileceği en garip yer neresidir diye sorarsanız, bu sorunun yanıtı kuşkusuz Titan olacak. Mat, azot açısından zengin bir atmosferin arkasında saklanan Titan, Güneş Sistemi‘ndeki en soğuk dünyalardan biri. Titan‘da metan gibi hidrokarbonlar sıvı halinde bulunuyor ve Dünya‘da suyun yaptığı görevi yapıyorlar. Bulutlardan yağan metan yağmurları hidrokarbon buzlardan oluşmuş yeryüzünü erozyon ile yeniden şekillendiriyor ve kutuplarda dev göller oluşturuyor.
Titan birçok açıdan Dünya‘nın çok soğuk bir versiyonuna benziyor. Eğer yüzeyinde sıvı varsa, belki hayat da olabilir. Bol miktarda karbon olduğunu biliyoruz, hidrokarbon moleküllerinin de karmaşık hayat formları oluşturabildiğine şahit olduk. Sıvı metan suya göre çok daha az verimli bir çözücü olmasına rağmen kimyasal maddeler, çözününce uzun zaman boyunca içinde sabit olarak kalabiliyorlar ve hayatı yaratma potansiyeline sahip reaksiyonlar gelişiyor.
Hangi formda olursa olsun, eğer Güneş Sistemi‘nde hayat bulunursa evrene bakış açımız tamamen değişecek. Örneğin, eğer diğer dünyalardaki hayatın bizimle bazı ortak biyolojik özelliklere sahip olduğunu görürsek, hayatın gökcisimlerine meteorlar ve kuyruklu yıldızlar ile taşındığı fikri üzerine kurulu panspermia teorisi gerçeklik kazanacak.
Eğer farklı gökcisimlerindeki hayat formlarının birbirinden tamamen farklı olduğu ortaya çıkarsa, bu durumda hayatın yeşermesine elverişli olan her ortamda bir şeyler oluşabileceğini düşüneceğiz. Her iki durumda, galaksimizin bir yerlerinde bir şekilde temel hayat formlarının olacağından emin olacağız. Belki günün birinde gelişmiş hayat formları ile temasa geçeceğiz, kim bilir?
Kaynak: How It Works